top of page

Ölü

Şu soğuk asfalt üzerinde akıp giden, buharlaşan benim kanım mı? Parmaklarım kıpırdasa aslında, vücudumda biraz gezdirip bulurdum kanayan yerimi. Gerçi acımıyor bir yerim ama, ıslaklığından bilirdim. Kanın, insanın kanını donduran sıcaklığını, ben bilirim. Öfkeden dudaklarımı, son lokmadan vazgeçip dilimi ısırdığımda; iyileştirmeye yaladığım çocukluk yaralarında hep aynı tat. Metal gibi, pas gibi, çürük. Sonra şu ışıklar var birde, her zamankinden daha kudretli, bir bıçak kadar keskin bu sefer. Karşı koyamıyor göz kapaklarım, seyretmek zorunda kaldığım filmleri hatırlatıyor bana. Araya insanlar karışıyor, geçip gidende var gölge edende. Yerden bakınca herkes daha uzun, daha tahammül edilmeyesi, daha kibirli. Şimdi geldi aklıma, insan; bir başkasına daha kibirli bakabilmek için mi arzular gökyüzünü? Ben az önce tırmandığım merdivenlerden bile utandım. Başıma ilk eğilen bir kadındı, parfümünden bildim. Kibrinden vazgeçti, eğildi, dizleri kirlendi ama şekerli parfümü kadar temizdi.

Nefesimi tuttum ya da kesildi emin değilim. Ama göğsümün kafesindeki huzuru size tarif edemem. Sanki hadsizlik edip, yersiz yere orada duran tüm arsız misafirleri kovdum, sebepsiz yere kollarına zincir vurduğum tüm mahkumları serbest bıraktım, öyle bir boşluk. Öyle ki; neredeyse saçımı tutuşturacak izmaritten bile bihaberdim. Yalnız, insanın başındaki kalabalığın kötü kokusu, yine zihnimdeydi.

"İyi misin?" diye soran kalabalıklar, cevabımla pek ilgilenmiyor gibiydi, sessiz kaldım. Kimseye sevdiği şarkının son dizelerini, az önce telefonunu benim yüzümden yanıtsız bıraktığı sevgilisinin sevgi dolu cümlelerini mırıldanamazdım. Ya da şu yaklaşan, gitgide kulak tırmalayan siren sesinin böldüğü sessizliği geri veremezdim, sustum.

Kısa bir an, gözlerimi kapatma fırsatım oldu, kapattım. Gözlerimi yeniden açtığımda asfalttaki kanın sahibini tanıdım. İlk başta kendimi bu soğuk asfalta yakıştıramadım ama olsun, dinlenmek için fırsatım olmuş en azından. Yakından bakmak istedim kendime, aynada görmeye benzemez sonuçta. Kalabalıktan müsaade istemeye kalmadı, uzaktan "cık cık" layan teyzenin koluna çarpıverdim. Teyze pek oralı olmadı diye düşündüm, devam ettim. Daha bir adım daha gitmeden bu sefer bir dayının içinden geçiverdim. Yahu ben ölmüşüm meğerse. "Ya nasıl olur bu iş?" demeye kalmadan, duyuverdim; te şuradaki binanın çatısından atıvermişim kendimi. Hiç huyum değildir, ama canım sıkılmış belli. Ceketin iç cebinde, artık orada olmayan sigara paketinden anladım. Hep oraya koyardım. Az evvel şu yüz metre ilerdeki büfeden almıştım, bitmiş.

Ta en başından, yerdeki kanın kokusuyla kabullenebilirdim ölümü. Bir anlık dalgınlık işte, unutmuşum. Ölümün gerçekliği karşısında, ölümden önceki her şey o kadar hükümsüz kaldı ki, ölümün sebebi bile manasız. Zaten ölü bir adamın ağzından duymadıkça inanmayacaksınız hiçbir zaman neden öldüğüme. Üzgünüm, ölüler konuşamaz.

Tüm gerçeklerim, bedenimle beraber bir toprağın altına gömüldü. İnsanoğlunun her cevabını bulamadığı soruyu gözünün önünden kaldırması gibi, bir rafa kaldırıldım. Gözlerimi son kez kapatacağım şimdi. Belki devamı meşgul bir yolculuğa, belki sonsuz bir karanlıktan önceki son durağa tanıklık edeceğiz. Belki filmlerde ki gibi iki meleğin kollarından semaya yükselirim, belki kocaman, simsiyah bir ekranı, bu sefer sınır tanınmayan bir ömürle seyrederim. Neyse ki şimdi perde kapanıyor, oyun bitiyor. Ölmeden ölmek, seyrettiğiniz kadar anlatılıyor.

6 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Soğuk Çay

bottom of page