top of page

Yabancı Adam - Bölüm 1 (Misafir)

Tırnak uçlarımdan ayağımın tamamına yayılan, acımasız sızıyı tam anlamıyla tarif edebilecek kelimeleri bulmam mümkün değil. Kum sıcağında yalın ayak koşuşturmak, kırık deniz kabuklarıyla dolu bir yolculuktan bir an önce denize ulaşabilmeyi dilemek gibi… Oğluna sinirli bir annenin, evin huysuz sehpasına serçe parmağını vurduğunu o ilk on saniyede ki gibi acı dolu, merhametli ama yine de öfke doluyum. Hiç istemediğim bir istikamette, zorla bindiğim bir otobüste en gönüllü "Ayakta Yolcu” yum sanki. Tutamacın üçüne birden sarılmış, tutunmaya hiçte ihtiyacı olmayan bir sakız müptelasının üzerine kusmak istedim. Bir an olsun sakızını bıraksın, kustuğum yorgunluğu çiğnesin istedim. Bu; üç tutamaçtan birini istemekten çok daha kolay olurdu.

Rüzgâra sıkışan saçımı çekiştirmek, teslim olmaktan çok daha acı verici olduğundan artık aldırmıyorum. Acelesi nereye bilmiyorum bu rüzgarların, hangi şairin sevdiği kadının kokusunu kargo paketi yaptılar yine? Aşkı ahmakça aceleye getirmenin cezasını yeterince çekmemiş bir dünya için, havalar yeterince soğumadı demek ki. Ceketimin yakasını artık duymak istemediğim her yalan için kaldırıp örttüm kulaklarımın üzerine. Bu ilk yüzleşmem değil nefretimle. Burnumdan akan otuz yedi derecelik bir kanın, bir ayazı nasıl dize getirdiğini iyi bilirim. Alışkınım bu kokuya, cebimde her zaman buruşmuş bir mendil olur.

Hep önünden geçtiğim kitapçının vitrin camları genelde tertemiz olur. Kendimle göz göze gelme cesaretini nadir bulurum kendimde. Her seferinde kendimi sandığımdan daha çirkin bulurum. Budalalık edip gülümsedim dudaklarımın söz geçirebildiğim kısmı kadarıyla. Cama yansıyan görüntüm, gülmeyi unutmamak adına prova yapan bir adamın çırpınışını görmeyenler için bir alay konusuydu. Çökmüş gözlerimin altında ki morlukla beraber, susuzluktan yaladığım dudaklarımın kırmızılığı, soğuktan kızarmış bir burun, gülümseyen muzip bir palyaço görüntüsü veriyordu suratıma.

Camın büyülüğü şeffaflığı, gerçekliğimle aramda en büyük paravanımdı. Öyle ki biraz sonra başlayan yağmurun damlaları ile gözyaşım bir oldu, aktı kaldırımlara.

Her kaldırım taşının kenarında, tutsaklığına isyan edercesine biten otların üzerine basmaya kıyamadım. Çiçeksiz yolları tercih ettim, griden başka renk kalmayana kadar. Düştüğüm çukurların su birikintisi ıslattı ayaklarımı, önce sızısı hafifledi, sonra soğuk kesti.

Yeryüzünden kaybolmayı istedim, sokaklarında bile kaybolamadım. Yüz çevirdiğim her karanlık, daha hakikatli bir aydınlıkla tezahür etti karşımda.

Evimin girişinde her fırsatta yenildiğimi görmek için sabırsızlanan bir eşik, sınırından içeri adım atamadığım her eylemi yüzüme vurmak için yine aynı sinsilikle çelmesini taktı ayağıma, düşüverdim. Kâbus gibi bir güne böyle bir final yakışmalıydı zaten. Refleks olarak ellerimi pürüzlü, ıslak, taş kaldırıma dayayıverdim. Zaten bir tercih şansım olsa o anda; suratımın dağılmasını, belki de sert bir kafa travmasıyla ölmeyi de tercih edebilirdim.

Kan revan içerisinde kalan ellerim ve dizlerim daha yeni yeni acısını kabul ettirmeye başlamıştı ki, omzumda -bana ait olmadığı çok açık- bir el hissettim. Doğrulmama yardımcı olmak istedi sanırım, ama çekingen bir dokunuştan öteye asla geçemedi. Ben yine tükenmek üzere olan kudretimi son zerresine kadar kullanıp, yerden kalkmayı başardım. Koluma giren yabancının da yok sayılabilecek kadar az desteğiyle güç bela kendimi evin sofasına attım. Daha sonra karşı kanepeye oturan yabancıya ancak "Sağ ol." diyebildim. Yanıt vermedi.

Bir süre sessiz sedasız oturup, dizlerimin sızısının geçmesini bekledim. Sonra o yabancı, "Neden kalkıp şu pisliğini temizlemiyorsun?" diye seslendi. Cesaretine hayran kaldım. Hiç tanımadığım bir yabancının kırk yıllık dostum gibi bana fırça kaymasına anlam veremedim. Ama hak da verdim. Ellerimin kanı, dayandığım kırlentin yüzünü kırmızıya boyamıştı bile. Altımda ki siyah pantolon ise, dizlerimden akan kanın süzülüp gitmesine mâni oluyordu.

Loş ışıklı, yeterince aydınlanmayan banyoda görebildiğim kadar temizledim ellerimi. Daha sonra yatak odasına geçip başka bir şeyler giydim. Dışarı çıktığımda yabancı hala sofada aynı kanepede oturuyor, donuk bakışlarla bana bakıyordu. "Ben bir çay koyayım" diye mutfağa yöneldim. Demliğin altına soğuk su koyup, ocağın altını yakıp, yeniden sofaya döndüm. Adamın karşısına oturdum.

"Berbat haldesin" diye lafa girdi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı, bu düpedüz hadsizlikti. "Acaba?" dedim, adam beni tanıyor da ben mi unuttum gitti. Âdetimdir, hatırımda pek tutmam kimseleri. Caddenin, sokağın, mekânın kalabalığı kadar, hatırında kalabalığından iğrenirim. Cevap veremedim. Hem takatim yoktu hem verecek cevabım. Tanımasam da doğruydu söylediği, berbat haldeydim.

Savunmaya geçmeye hazırlanan her aptalın yaptığı gibi; adamı inceleyip, açığını aramaya başladım. Fark ettim ki aslında bana benziyor, kirlenip, üzerimi değiştirdikten sonra banyoya gelişi güzel fırlattığım kıyafetlerimin çok benzerlerini giymişti. Saçı, sakalı hep imrendiğim bir modeldi. Yüzünde benim ki gibi özenle yerleştirilmiş gibi duran iki beni yoktu. Ben de hep rahatsız olmuşumdur zaten.

"O kitapçının önünde ki halin neydi?" diye sordu. Yeniden bakışlarımın ve merakımın odağı olmayı başarmıştı. Nereden biliyordu? Beni takip mi etti? Oldukça tedirgin oldum, biraz da korktum açıkçası. Kimdi, kimin nesiydi bu adam?

"Ağlayan bir palyaço gibiydin, komik değildin ama yine de güldürmeyi başardın." diye devam etti. Araya girmeme müsaade etmiyordu, bende beceremiyordum zaten. Acınası bir haldeyken insanlar bana gülüyorsa, zayıflığımın kendimden başka kimseye zarar vermediği, hatta eğlendirebileceğini düşündüm. Kitapçı vitrinin öteki tarafında, yüzüme gülenleri hatırladım yeniden.

"Aptalsın" dedi. İleri gidiyordu, ama kabul etmeliyim savaşacak gücüm yoktu. Aptal mıydım? Kesinlikle. Bu adamın tüm gerçeklerimi yüzüme vurması, dışarda ki ıslak ayazdan ve daha fazlasından, daha fazla acı vericiydi. Herkesin ihtiyacıdır belki gerçeği duymak, ama acı verici olduğu da kesin. Tanımadığın birinden duymak, acını biraz hafifletiyor gerçi.

"Neden bu halde olduğunu sanıyorsun?" diye sordu biraz sonra; ben daha ilk yargılarının savunmalarını hazırlarken. Bu sorusuna verecek cevabım çoktu belki ama mutfakta kaynayan demlik geldi aklıma, belki de kaçmak istedim, kaçabileceğim en uzak yer, bir bardak çay kadar yakınken bu fırsatı tepemedim. Koşar adım gittim mutfağa.

İki ince belli çay bardağına çayları doldurdum, çatlak, ahşap bir tepsiyle getirdim sofaya. Ben çaya hamle yapmasını beklerken, o sorusunu yineledi "Neden bu halde olduğunu sanıyorsun?" Israrcıydı, bir cevap arıyordu, benim aramadığım kadar. Boş vermesi yönünde kısa bir mimikle ve mırıltıyla yanıt verdim. Çayımdan bir yudum aldım ve masaya geri koydum. Oda aynısını yaptı, hafif ılıyan çayı bir yudum yarıyı görmüştü. Bir yudum daha alırsa yenisini getirmek için kaçarım diye düşündüm. Bardağını masaya yeniden bıraktıktan sonra aynı soruyu yine işittim; "Neden bu halde olduğunu sanıyorsun?" sanki bir oyun içindeydim ve bölümü geçemiyordum. Aynı soru, bir yaratık, üstünden atlamam gereken bir engel gibi, aşamadıkça karşıma tekrar tekrar çıkıyordu. Biraz bıkkınlık, birazda sorunun cevabını düşünmek için, kafamı oturduğum koltuğun yüksek başlığına dayadım. Gözlerimi kapattım.

Gözlerim yeniden açtığımda yaklaşık yarım saat geçmişti. Düşüşler, acılar ve yorgunluğun üzerime çöken karabasanıyla dalıp gitmişim. Az önce adamın oturduğu koltuğa gözüm ilişti hemen, adam gitmişti. Masada duran bardaklar ağzına kadar doluydu. Soğumuşlardı. Yeniden doldurulmuş olsa sıcak olabileceklerini düşündüm. Aceleci adımlarla dışarı koştum, kapıyı açıp sokağa gözetledim. Adam yoktu ya gitmişti ya da hiç yoktu. Yan bahçede yıllardır komşum olan Ayten Hanım çiçeklerini suluyordu. Ayten teyzeye seslendim, yanımda ki adamı sordum, eve girerken görmüş olabileceğini düşündüm.

"Ne diyorsun oğlum? Eve girerken gördüm ben seni! Düştün hatta, seslendim duymadın. Bir şeyin var mı? İyi misin?"

Ayten teyzeye yeniden yanımda ki adamı sordum, dedim nereye gittiğini gördün mü? Ayten teyze adamdan bihaber…

"Ne adamı oğlum? Kimseyi görmedim ben senin yanında?"

Gerçekten de adam yoktu. Sonra bende bir daha hiç görmedim. Ya adam bendim ya ben adamdım, bilemedim. Ama son sorusuna verecek çok cevap buldum.

7 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Makine

Soğuk Çay

bottom of page