Gamsızların veya vurdumduymazların öylece gelip oturacağı cinsten bir mekân değildi burası, belliydi. İçerideki kasvet ve buram buram kokan dramın ilk nefeste fark edilmesi içten bile değildi. Terlemekten birbirine yapışmış çiftler için fazla kuruydu her şey; mezeler, salatalar… Kimsenin sigara dumanı, bir başkasınınkine karışma ferasetsizliğini gösterip yersiz bir romantizme davet çıkarmazdı. Her keder, ayrı bir delikten yol bulup sızardı dışarı.
Masanın örtüsünün düşen sigara külleri yüzünden farklı yerlerinden delinmiş olması kimsenin umurunda değildi, benim de. Bu yıpranmışlığa sorumluluğunu üzerimize almazcasına peşi sıra yakıyorduk sigaraları. Ben dahil, benimle beraber herkes parçasıydı bu günahın.
Usulca çalan müziğin, bardak şıngırtısı kadar ancaydı sesi. Her masaya ayrı çalardı ama dili ortaktı. Her bardağa müsaade edildiği kadar düşerdi nameler; ama bardağın içinde ne olursa olsun, acı bir tat katardı. Az biraz, ara sıra yükselen ritimlerle emanet bir uyanıklık çarpılırdı aylak suratlara. Sonra ağır ve pes notalar yerleşirdi kimisinin göz kapaklarına.
Kaçamak bakışlarla dertlerini tarttığım masalardan birinde dört kişi oturmaktaydı. Henüz mazinin çizik atmayı başaramadığı taze suratlarından, düzenli sayılabilecek saçlarından ve hala masaya doksan derecelik bir açıyla karşı gelebilen gerilmiş göğüslerinden anlıyorum ki toplasan bir ben etmez elemleri. Kapıdan çıkar çıkmaz her şeyi unutacak bir gidişatları var.
Gururlanmalı mıydı şimdi bununla? Beni bu masada büyüten, kapının hemen dışında küçük düşürmez miydi sanki? Pekâlâ düşürürdü.
“Oturabilir miyim?” dedi, bir erkeğe ait olamayacak kadar naif bir ses. Gerçek ile rüya arasında bir yerde buyur ettim o her kimse. Kafamı kaldırıp bakabilecek kadar kendimi hissedebildiğimde, kadın çoktan yerleşmişti sandalyesine. Kırmızı ojeli tırnaklarıyla iki parmağı havada bir şeyler istedi garsondan. Anladım ki benim müsaademle değil, kendi cüreti ile oturmuştu masaya.
“Neden bu masa?” diye sordum kendi kendime. Cevabını başka boş masalara bakarak bulmaya çalışırken “Başka boş masa yoktu da…” dedi.
O an dönüp ilk kez bakabildim yüzüne, kırmızı rujlu, beyaz tenli; düz siyah saçlı oldukça alımlı bir hanımefendiydi. Az önce garsona işaret verdiği iki parmağının arasında şimdi ince bir sigara duruyordu.
Güzelliğinden hoşnuttum; lakin yalnızlığımı bölüşmeye niyetim olmadığı için oturmamış mıydım ben bu masaya, tek başıma… “Neyse,” dedim içimden, “boş bir masa bulunca gider herhalde.” Gitmedi.
Tek kelime etmeden oturmaya niyetliydim o gidene kadar. İçimin muhabbeti kendime yeterde artardı bile. Kimsenin cevabını veremeyeceği suallerin başlattığı yangını soğuk mezelerle örtmeye çalışıyordum. Öyle yapmaya da devam edecektim. Edemedim.
“Sorun nedir, keyfinizi mi kaçırdım yoksa?” diye soruverdi kadın. Ruhumu bir ikilemin arasına sıkıştırdı o an. “Evet!” demeliydim. Ama bu düpedüz kabalık olurdu.
“Yo… Hayır. Sorun yok,” diyebildim yalnızca. Bu kısa cevap beni bile tatmin etmemişti ki kadını etsindi.
“Neden devam etmiyorsunuz o halde?” diyerek gözleriyle masadaki yarım rakıyı ve kendi kendini tüketen izmariti işaret etti. Aslında her ikisini birden işaret etmesi mümkün değildi; fakat masaya bir yıldırım gibi düşen bakışlarının elektriği masadaki her şeye eşit dağıldı.
Cevabımı yarım kalan bardağın dibini tek bir yudumla görerek verdim. Aslında bu cevap, kadının masaya oturuşundan duyduğum rahatsızlığı en büyük ispatıydı.
“Yalnız oturmaya alışkınsınız sanırım,” diye sordu, imalı ve sorgulayıcı bir bakış atarak kaşlarını kaldırdı. Sigarasının külü hemen önündeki kül tablasına döktükten sonra aynı bakışları yeniden hazırladı.
Konu yalnızlığa gelince sebebini bilmediğim uzun bir nutuk çekmeye başladım:
"Benim yalnızlıkla bir derdim yok hanımefendi. İnsan kendi kendine de ihanet edebilir. Ortalık hüznün ve kederin pençesindeyken suçu başkasında arayanlarla dolu. Herkes düştüğü çukurun çamurunu başkasının ellerinden çıktı sanıyor. Oysa yağmur ve toprağın kavuşmasında ne gibi bir sorun var. Karanlık, kalabalık bir sokakta kimseyi görememenin yalnızlıktan ne farkı var ayrıca. Şu çalan şarkı hepimizin yüreğinde aynı yere dokunamıyor bile… Derdi ısınmak olan, odunu ıslatan yağmuru ihanet sayar. Oysa yağmur olmadan ot bile yeşermez. Ben, suçlayacak kimseyi bulamayacak kadar yalnızım. O yüzden benim yalnızlığım makul bir yalnızlık.”
Ben başımı öne eğip bunları söylerken kadının hiç sesi çıkmamıştı. Masaya yaklaşan garsonun “Abi açayım mı ikinci şişeyi, daha bu bitmemiş ama…” diye söylenmesiyle kaldırdım kafamı.
Önce garsona baktım. “Ben değil oğlum, hanımefendi ist…” devamını getiremedim. Cümlemin yarısında bakışlarımın muhatabı, o kadın yoktu karşımda. Yeniden garsona döndüm, “Nereye gitti?” diye sordum.
“Kim abi?” diye sordu genç çocuk. Mekân gürültülüydü biraz. Bana doğru eğilmek zorunda kalmıştı hafiften.
“Karşımda oturan hanımefendiyi soruyorum oğlum, nereye gitti o?” diye tekrar sordum, biraz daha sesimi yükselterek. Ağzımda yuvarlanan kelimeler hakikatten iyice soyutlanmıştı kendini.
“Abi ben kimseyi görmedim!” dedi çocuk biraz mahcup, birazda şaşkın. “Ben en iyisi bunu geri götüreyim abi…” dedi ve masadaki şişeyi kucaklayıp geri götürdü.
Comments