Henüz ayak basılmamış karların üzerinde gezinirken Anadolu’nun saf, temiz masumiyetinin kıymetini bir kere daha anlıyor insan. İçimden “Şehirde olsak şimdi, çoktan koca lastiklerin, sabahın ilk ışıklarında sokağa dökülen nasırlı ayakların altında eriyip gitmişti..” diye geçirdim. Haksızda sayılmazdım hani. Gece boyu ince ince yağan kar olduğu gibi sağlık ocağının önündeki yamaçta birikmişti. Kapıdan, kömürlüğe kadar gidip gelen ayak izlerine bakılırsa Veysel yine herkesten önce gelip doldurmuştu soba gözlerini. Herkes dediysem de işte ben, hizmetli Veysel, bir de hemşire Sevda…
Bir doktor odası, bir mutfağı, bir dinlenme odası bir de acil müdahale odası olan küçük bir sağlık ocağıydı burası. Aşkale’ye bağlı ufak köylerden birindeydik. Sıvası dökülmüş sarı duvarı Veysel ne kadar bakabilirse o kadar boyalıydı. Kar eridiği zaman tavan akardı tepemize. Ara sırada ilçeden gelip bir aktarırlardı ama adam olacağı yoktu eski viranenin.
Ayakkabımın tabanına tutunan karları dökmek için bir güzel tekmeledim demir kapı eşiğini. İçeriyi çamur etmemek gerekirdi. Bıyığının altından kıvrılan dudağını iyi bilirim Veysel’in. “Her yeri çamur ettin doktor bey!” diye bakardı suratıma ama sonra odamın kapısını çalar, kırk yaşında adama yakıştıramayacağın bir muziplikle getirir koyardı sıcak çayı önüme. Ama ben Veysel’in imalı bakışlarından değil, hemşire Sevda’nın kılıçtan sivri dilinden korkardım en çok. Hele bir kirlet, hele bir dağıt ortalığı… Evinin mutfağına dadanmış kediyi kovalar gibi kovalardı bizi.
Yanımda fazladan çorap getirmeyi huy edinmiştim artık. Ne zaman kar yağsa ıslanırdı çoraplarım. Suyu dışarda tutmayı pek beceremezdi benim eskiler. Kasabaya inip iyisinden bir çift bot almak lazımdı, erteleyip dururdum. Çantamdan siyah, yün çorapları çıkartıp geçirdim ayağıma. Islananları da pencerenin kenarına iliştiriverdim. Benim döküntü elektrikli ısıtıcı geçen akşam emekliye ayrılmıştı. Kendi kendime “Nasıl yaparız, nasıl ederiz?” diye düşünürken: yarı açık kapıya bir tekme indi. Kapıya bakar bakmaz gördüğüm koca bir bot ve bileğinden biraz yukarısına kadar görünen bir bacak. Tanıdım, Veysel’in ayağıydı bu… Bir adam ayağından tanınır mı? Veysel ise tanınır kardeşim. Kucağında kocaman bir elektrikli ısıtıcı, kollarını zor bela kavuşturmuş sarılıyor. Kalın, gür bıyığının altından, kimi yerlerinden noksan dişlerini saklamayı beceremeyen bir ağızla ettiği tebessüm; görenin içini ısıtır hani. Islak çorapların ayaklarımın sızısı, rutubetli odanın kırılmaz ayazı kifayetsiz kalır yani o dakikadan sonra.
“Bizim kömürlükten bunu bulabildim doktor bey!” diye uzatarak ve yaylanarak bağırdı odanın içine doğru. Ardından “Günaydın!” dedi, ısıtıcıyı kapının yanına yerleştirirken.
“Günaydın Veysel! Yahu ne zahmet ettin, ben kasabaya iner hallederdim oradan bir şeyler” dedim. Bir yandan da içten içe seviniyordum, yoksa bütün gün nasıl geçerdi bu soğukta.
“Olur mu hiç öyle şey ya. Donarsın vallahi bu soğukta, bir doktora göz kulak olamadı derler. Biz sana bakacağız, sende bize bakacaksın ya öyle değil mi?” diye cevap verince samimiyetin altında ezildi şehirli tarafım. “İnsan yüreğinin saf, katıksız hali böyle bir şey herhalde…” diyorum kendi kendime. Direk anadan doğma haliyle, bir bebeğin henüz adı konmayan göz bebeğinin rengiyle…
Veysel ısıtıcının kablosunu taktı, çalıştığını gördü. “Hah şimdi ısınır” dedi. Daha ısınmadan ellerini ovuşturdu eskimiş tellerinin karşısında. Eski elektrikli ısıtıcının metallerini kızıla boyayan sıcaklık yüzümüze vurmaya başladığında, Veysel gönül rahatlığı ile döndü arkasını. “Hadi kolay gelsin doktor bey!” dedi, başını öğe doğru hafif eğerek verdi selamını.
Çarşaf gibi beyazlığın üzerinden yansıyan merhametli güneş ve eskiliğine aldırmayan, taş gibi çalışan ısıtıcının da gayretiyle güzelce ısınmıştı oda. Fakat ayazı üstünden atamayan giysileri vardı böyle coğrafyaların. Demir askılıkta asılı kalın pardösüden sırtıma vuran serin bir esinti, ürpertirdi bazen beni. Tıpkı sütçü Mehmet dedenin ellerinden çıkmayacak çatlaklar gibi: en sıcak yaz günlerinde bile ellerine bakan, köşesine sinmiş titreyen bir eniği hatırlardı. Yüreğinden içeri almak isterdin her haliyle.
Yağışlı geçen gecelerin sabahları sakin olurdu. Herkes kendi telaşında olur, işi olmayan pek evinden çıkmazdı. Saat öğleye yaklaştığında henüz kimse uğramamıştı ocağa. Pencereye karşı uzattığım ayaklarım anca geliyordu kendine. Masamdaki üzerinde dumanı tüten çaya ilişti gözüm. Bittikçe demlenen çaydan her fırsat bulduğunda, bir ince belli bardakla getirirdi Veysel. Doğrulup çaya uzanacaktım ki hafif telaşlı, buruk bir ses tonuyla hemşire Sevda’nın sesini işittim kapının az uzağında. “Doktor Bey!” diye sesleniyordu. O an her şeyi, her düşünceyi bırakıp ayağa kalktım, kapıya yöneldim. Hemen sonra kapı aralandı. Sevda’nın her şeyi açıkça yüzüme vuran bakışıyla irkildim, biraz olsun sıyrıldım miskinlikten. Sevda’nın yüzü yeterdi yapılacak bir şeyler olduğunu anlamama, ama o bununla yetinmezdi. Ardı arkasına sıralardı olan biteni.
“Küçük bir oğlan çocuğu geldi doktor bey, dokuz-on yaşlarında. Eli yüzü kan içinde… Bir bakayım dedim ama izin vermedi bana. Sen bakacakmışsın illa!” dedi Sevda.
“Allah Allah!” dedim. “Bak sen bacaksıza yahu, kimmiş o?” diye meraklanarak, birazda söylenerek geçtim küçük koridoru. Bilerek yükselttiğim sesimi duymuş olacak ki, küçük dostumuzun bakışları ben acil müdahale odasına girerken benim üzerimdeydi.
“Ahmet ben!” dedi. Yanına yaklaştım, önce kaşlarımı çatarak sert bir bakış attım, sonra gülümsedim. Korkak gözleri önce faltaşı gibi açıldı, sonra o da gülümsedi. Ardından sağ kolunu bana doğru uzattı. “Sorun burada” der gibi bakışlarımın odağına yerleştirdi kolunu. Bir yandan kolunu incelerken bir yandan da yüzünde kuruyan kanların sebebini araştırıyordum. Sevda hemşire tentürdiyot döktüğü bir gazlı bezle yüzünü temizlemeye niyetliydi ki kafasını hızlıca geri çekti bizimki. Sevda hemşire “Dur oğlum!” diye bağırdı ama nafile.
“Yüzümde bir şey yok! Yüzümde bir şey yok!” diye diretti, geride tuttu kendini. Bu sefer ben tuttum çenesinden, kaldırdım yukarı.
“Bak bakayım bana sen! Niye istemiyorsun sen Sevda ablanı?” diye sordum. Güya öfkeli tınlayan sesimin perde altında; yavrucağa yaşıt bir arkadaşının dostluğu, bir ağabeyinin sıcak şefkati vardı. O bunu anlar mıydı bilemem…
Bir kadının, bir çocuğu kendi evladından ayırmadığı zaman yüzünde beliren tebessümü iyi bilirim, Sevda hemşire aynı öyle gülüyordu çocuğa, öyle bakıyordu. Kısa, sarı saçlarını sağ omzuna yatırarak ve dizlerini kırarak yanıt bekledi çocuktan. Sonra “Neden?” der gibi sağa sola salladı saçlarını. Cevap ne olursa olsundu, bir gerçek vardı ki o çocuk, orada bütün nefretini üzerimize kussa, bilmediğimiz suçlarımızı vursa yüzümüze; bir dirhem azaltamazdı içimizdeki şefkati.
Çenesini bırakınca dudağını büzdü çocuk. Önce çatık kaşlarının altından yan yan baktı Sevda’ya, sonra çevirdi başını, dikleşti. Bir cesaret gösterisinin ortasında korkakça şunları söyledi: “Ben korkuyorum ondan!”
Önce Sevda, sonra kapının eşiğinde dikilen Veysel kıkırdadılar çocuğa. Bu sırada yüzünde bir şey olmadığından çoktan emin olmuş, yeniden koluna odaklanmış çocuğun. Derin bir kesik vardı; fakat çok ciddi görünmüyordu. Çok kanamıştı ama kurumuştu neredeyse. Belli ki önce eliyle müdahale etmiş, sonra gözlerini silmek içinde ellerini yüzüne götürüp hepten perişan etmişti yüzünü gözünü.
Kıkırdamalar bitince yeniden baktım çocuğun koluna. Dikiş atılması lazımdı. Göz ucuyla Sevda hemşireye dikiş setini işaret ettim. Sevda hemşire dikiş setini almak için acil dolabına doğru yürüdüğünde yeniden sordum çocuğa: “Neden korkuyorsun bakalım sen bu hemşire ablandan?”
Çocuk biraz daha kısılmış gözleriyle acil dolabından malzeme alan Sevda hemşireye bakmaya devam ederken anlatmaya başladı: “Bu kadar iğnesi varmış!” Kolunun biri benim ellerimdeydi ona rağmen iki elini paralel yaparak tahayyül ettiği iğnenin büyüklüğünü betimlemeye çalıştı kendince.
“Bak sen ya! Kim dedi sana bunu?” diye sordum.
“Bizim okulda Baran diye bir çocuk var. O anlattı…” dedi. Gözleri büyüyordu anlatırken. Hem korkudan hem de anlattığı hikâyenin gerçek olduğuna inancından.
“O nerden duymuş ki?” diye sordum bu sefer. Birazdan canını biraz yakmak zorunda kalacağım için iyi bir ilişki kurmaya çalışıyordum şimdiden. Dikiş atmak için önce uyuşturmak gerekirdi. Üstelik çocuğun tabiriyle “Kocaman bir iğneyle!”
“Baran bana yalan söylemez!” diye haykırdı adeta. Henüz çiğ olan bu çocukların pişmiş dostluklarına hayran kalırdım her zaman. Küçük bedenleriyle, aralarından su sızmayan dağları yaratırlardı. Küçük yerlerde daha yaygındır bu. Çünkü aşın piştiği, ekmeğin koktuğu, suyun aktığı yerler nasıl besbelliyse; sana kimin yarenlik edeceği de hangi kanadın gölgesinde huzur bulacağında belliydi az çok. Büyük şehirlerde tazeliği ararken tüm meyveler bayatlardı; oysa küçük bir köyde çürükte olsa nasibine düşeni bilirdin.
Nihayetinde dikiş malzemeleri taşıyan bir tepsiyle geldi Sevda hemşire yanıma. İçinde anestezik olan şırıngayı aldım elime. “Kocaman iğne dediğin bu mu senin Ahmet?” diye sordum gülümseyerek. Şırıngayı görür görmez geri çekti kendini.
“Yok bu değil de...” dedi gözünü şırıngadan ayırmadan.
“Eee?” dedim.
“Bu da büyük!” dedi.
“Sen bu kolu nasıl kestin çocuk?” diye sordum sert bir tavır takınarak. Hem haline üzüldüğümden hem de canını daha çok yakmak istemediğimden. Ama el mahkum, bir şekilde atılacaktı bu dikiş.
“Odunlukta, odunları istiflerken oldu,” dedi. Şaşırmadım. Sonra şaşırmadığıma da kederlendim içten içe. El kadar çocuğun odunlukta ne işi vardı diye sorgulanırken belki başka bir zaman, başka bir yerde. Ama buralarda makbul olan buydu. Herkes, her işi yapabilirdi. Bunca dirlik mücadelesi içerisinde bazen çocukların kendi paylarına düşen yükler, yüksek bir apartman manzarasından çok daha yukarıdan düşerdi küçük omuzlarına. Üstelik kaçacak yerleri de yoktu. Henüz uçmayı bilmeyen bu kuşlar, bu çocuklar, başka diyarlardan taşınan kokuyu bile tanımazlardı. Burunları, ciğerleri; ana-baba ve yanık kömür kokusundan ötesine yabancıydı işte.
Bin naz, bin niyaz uyuşturduk, diktik çocukcağızın kolundaki kesiği. Sevda hemşire ve Veysel çocuğun ağzını yüzünü temizledi bir güzel. Onlar çocukla ilgilenirken benim aklım başka bir yerdeydi. Tekrar döndüm oturduğum taburenin üzerinde, çocuğa doğru. Sordum: “Bu odunluk nerede Ahmet?”
“Evin yanında doktor amca nerede olacak,” diye cevap verdi. Gerçekten de nerede olacaktı ki?
“Anan, baban görmedi mi oğlum senin bu vaziyetini?” diye sordum. Bunca yolu kanlar içinde tek başına mı gelmişti gerçekten.
“Anam içeride kardeşime bakıyordu. Babam gördü. O da ‘Kendin git erkek adamsın!’ dedi.”
Veysel ile göz göze geldim. Hemen her durumda yüzüne bakıldığında neşelendiren adam, suratındaki acı ifadeyle her şeyi özetliyordu. Her şey doğal, her şey yalındı belki ama; işte insan, duygularından yalıtılmış bir ruha büründüğünde, bir günebakan tarlasında, plastik bir sinekliği andırıyordu.
“Canımı hiç yakmadın doktor amca, sana Cemal amcanın bakkalından bir soğuk çay ısmarlayayım!” diye hevesle atıldı çocuk.
“Sözün olsun Ahmet, başka zaman inşallah. Bizim sıcacık çayımız var şimdi, öyle değil mi Veysel?” dedim, herkesin gönlü olsun maksat.
Her şeyi geride bırakıp odama döndüğümde, elektrikli ısıtıcının yapay kokusu tüm odayı kaplamış; ama güzelce de ısıtmıştı. Koltuğuma oturdum, ayaklarımı uzattım. Masada duran ince belli bardağa ilişti gözüm. Elimi attım, buz gibi olmuştu çay. Aklıma Ahmet’in soğuk çay sözü geldi. İçimden, “Eh be Ahmet. Ismarladın işte soğuk çayı” diye geçirdim.
댓글