top of page

Yabancı Adam - Bölüm 2 (Pencere Kenarı)

Haddinden fazla beklediği için sabrı taşan çayım çoktan soğumuştu. Omuzlarımdan düşmek üzere olan inanılmaz bir yükün ağırlığı beni oturduğum yere gerisin geri çekiştiriyor da olsa, ayağa kalkıp yeni bir çay koymaya niyetliydim. Donmuş bedenime çözülmesi için sıcak bir su dökmek gibiydi çay içmek, elzemdi bu dakikalarda. Bir sonraki adımı için bile ciddi bahane arayan ayaklarıma geçerli bir sebep sunmuş olacaktım ayrıca. Attığım her adımda aynı yöne devrilen bedenim, yer çekimiyle yakın bir bağ kurmuş olacaktı ki, daha kolay ayrıldığım sevgililerim olmuştu. Karşı koymak Newton'a hakaret derecesinde bir eylemdi. Bütün cüretkarlığımla mutfağa ilerledim. Çaydanlığın düdüğünden nefesi hiç kesilmeden, özlem dolu bir ıslık sesi çıkıyordu. Ağız tadıyla bir çay keyfi yapmadan, tükenip gitmekten korkuyordu besbelli. Sıcak kalabilmek için, haddinden fazla fedakârlık yapmış, büyük bir parçası kendinden kopmuş, buharlaşmış, yitip gitmişti. Başkalarının mutluluğu için hep bir kabın içinde, başkasının dilediğini yaşayıp, eksilmek, yitip gitmek… Kaynayan bir demlik suyun hayata yüklediği anlam, çıkarılmayı bekleyen bir cevher gibi orada durup durur. Bir bardak doldurduktan sonra demliğin altındaki ocağı kapatıp, işkencesine son verip, özgür bıraktım.

İki elimle tüm parmaklarımın temas edeceği şekilde sıkıca kavradığım çay kupasını burnumun biraz altında tutarak, kokusunu ve sıcaklığını yudumladım, kendisinden önce. Maddesel bir sıcaklıkla, üşüyen bedenime çare bulabildim; fakat insanın sıcaklığını kim kaybetmiş ki ben bulacaktım. Daha pencereyi aralar aralamaz, kalabalık bir soğukluk hücum ediyor perdelere; soğuk rüzgarlardan önce. Gri beton bloklar arasından dünyayı seyreden bir kız çocuğunun bakışı boşa düşüyor, tutacak bir uçurtma ipi, salınacak bir salıncak bulamıyor. O kadar alçakta kalıyor ki bakışları, unutuyor gökyüzünün varlığını, dileklerini ceplerinde saklamak zorunda kalıyor ve bizler, yıldızsız bir gökyüzüne bakmaktansa, yere eğiyoruz başımızı.

Gideceğim yere varmadan sabırsızca bir yudum aldım çayımdan. Hayatımın birçok alanında sonuna kadar sabretmek zorunda olduğum bir mecburiyet gibi değildi en nihayetinde. Canımın çektiği yerde, istediğim gibi içebilirdim çayımı, kimse hesabını soramazdı. Bu basit fiilin bile sonunu düşünmeden yapılabilecek olması gereksiz bir huzur yaratırdı bende.

Evimin sen sevdiğim köşesi hem içeriyi hem dışarıyı bütünüyle gözlemleyebildiğim, camın kenarında duvara yatay uzanan tekli, yumuşak minderli bir koltuk; karşısında ayaklarımı uzatabileceğim, topuklarımı soyutlaştıran bir puftan ibaretti. Buradan dışarıyı gözetlerken, kimi zaman günahkâr, kızıl, pesimist bir dünyanın var ettiği kargaları ve onların doymak bilmeyen iştahını beslemek için karıncalar gibi koşuşturan insanları, kimi zaman ise yüklerinden kurtulmuş, özgürlükten yolunu şaşırmış martıları görürüm. Aynı pencere her zaman farklı bir sokağa açılabilir diye düşünürüm.

Sırtımı koltuğa yasladım, ayaklarımı hemen karşımda ki pufa uzattım. Puf oldukça uzak gelmiş olacak ki, ayaklarımı yetiştirmek için uzattığımda, bedenim koltuğa gömüldü. Yine de çayı rahatça içebilecek kadar diktim. Açıkçası yorgunluk ve üşengeçliğin dayattığı yorgan altı uyuşukluk kalkıp pufu yaklaştırmama mâni oldu.

Usulca çayımı yudumlarken, kirli bir güne daha fazla dayanamayan yağmur yüklü bulutlar koyuverdi kendini. Epeydir temizlikçi çağırıp sildirmeyi düşündüğüm camların kiri, cama vuran yağmur damlaları sayesinde çamurlaştı. Doğa kadar saf ve temiz bir şeyin, yeryüzüne gelir gelmez kucaklaştığı ilk şey camlarımda ki kir ve kirli camın ardında kirli bir camdan daha bozuk bir görüntü; ben. Kaderi kendi ellerinden yazılsın istese bir yağmur damlası, nereye düşmek isterdi acaba… Kalabalık bir caddede binlerce ayağın altında ezilen bir su birikintisine mi? Yoksa umutları tükenmekte olan bir çiftçinin minnet dolu bakışları arasında bir tohumun yatağına mı? İnsana soracak olsan, bir ömür bulutta yaşamaya razı…

Kirli camın ve pencereye göre alçakta kalan bedenimin kısıtladığı imkân dahilinde dışarıyı gözetlemeye devam ettim. Bir genç, yol boyunca ceketini bir şemsiye gibi kullanarak gövdesini sakındı yağmur damlalarından. Karşıda ki bakkalın tentesinin altına sığındı, yağmurun dinmesini beklemeye başladı. Bu sırada yoldan süratlice geçen bir otomobil, kısa zamanda kaldırım kenarında küçük bir göl oluşturmayı başaran su birikintisinin üzerinden geçiverdi. Arabanın tekerinden sıçrayan su, genç çocukla beraber birkaç kişiyi daha sırılsıklam etti. Çeşitli argo kelimeler eşliğinde otomobil uğurlandı. Keyifsizce somurtarak çayımdan bir yudum daha aldım. Doğanın bile kimi zaman merhamet gösterdiği insana, insan merhamet göstermezdi işte.

İnsan, âşık olurken bile merhamet etmezdi bence. Yüreğinden doğan iki kişilik bir güneş için, tüm coğrafyayı, tüm insanlığı sonsuz bir karanlığa, sonsuz bir kışa muhtaç edebilirdi. Bir aşk doğacak olsa sevdiği kadından, katili olabilirdi tüm kıskançların.

Küçük açılı cam manzarasına dalıp gittiğim esnada, dünü hatırladım. Biraz hava almak için yaptığım küçük seyahat, her zamanki gibi nefesimi en çok kesen hatırlarla dolu bir şehirde çırpınmaktan başka bir işe yaramadı. Ne umuyordum ki? Tüm sokakları, insanın ciğerine yapışan tozlu kaldırımları yıkıp, koca şehri baştan mı inşa edeceklerdi. Hem en nihayetinde, tüm diyarların gökyüzü bir değil miydi? Şu köşede ki kokoreççinin kokusundan hatırlamasam, her fırsatta üzerime yıkılan dilek yıldızının tozu söylemez mi senin de hala buralarda olduğunu? Bir insanın ayağına bir şey batması için sivri olması gerekmez, yürüdüğün yolun rotası başkasının ülkesine aitse, sana yaşattığı kadere mahkumsundur. Gökyüzü başkasınınsa, bulutlar bile ayağına batar insanın. Kaderin beni halt etmek için sıvadığı kollara, o kudreti ben vermişim.

Peşin hükümlü bu vicdan mahkemesi boğazıma sarılmaya başlamıştı. İç çekerek bu odanın içinde yetersiz hissettiğim oksijenden olabildiğince fazla almak için çabaladım. Varlığımın dibini sıyıran esrik yaşantı, oksijenden başka neye ihtiyacım olduğunu bulmama hiç yardımcı değildi. Bir koltuğun üzerine kendimi sabitledikten sonra, etrafımda dönen dünyanın bir anlamı yoktu.

Bütün bu iç karatıcı düşünceler silsilesi, bir keyif çayının daha canına okumayı başarmıştı. Bardağın dibini görmeden çayı soğutmaya alışıktım. Soğuk lezzetten yoksun tadı, midemi bulandırırdı. Farkında varamadan soğuyan çaydan alınan ilk yudum; hayatın en büyük gerçekliğinden biridir. Geç kalma ve pişmanlık tadının en masumane tanımıdır. Soğuk bir çayın içinde şekerin bile tadı gider, zehri kalır.

3 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Makine

Soğuk Çay

bottom of page